Yazılar
HIRİSTİYANLIK NEDİR?
Prof. Dr. Ömer Faruk HARMAN
Günümüzde Batı dünyasına hâkim olan Hıristiyanlık, doğuyu da Hıristiyanlaştırma amacındadır ve bu sebepledir ki Asya kıtası ile dünyanın diğer yörelerinde de yayılma gayreti ve faaliyeti içindedir. Bunu Katolik Hıristiyanlığın ruhani lideri Papa Jean Paul II, 1999 yılında yaptığı Noel konuşmasında “Birinci bin yılda Avrupa’yı, İkinci bin yılda Afrika ve Amerika kıtasını Hıristiyanlaştırdık. Üçüncü bin yılda ise hedefimiz Asya’dır” diyerek ifade etmiştir.
Bugün Müslümanların yoğun olarak bulunduğu Asya kıtasını Hıristiyanlaştırmak sadece Katoliklerin hedefi değildir. Katoliklerin yanında başta Protestanlar olmak üzere diğer Hıristiyan mezhep ve akımlar da Hıristiyan olmayanları Hıristiyanlaştırmaya çalışmaktadırlar. Hatta sadece Hıristiyan olmayanları Hıristiyanlaştırma çalışmaları ile yetinilmemekte, her Hıristiyan mezhebi başka mezheplere mensup Hıristiyanları da kendi mezhebine çekmek için yoğun bir faaliyet içinde bulunmaktadır. Ortodoks iken Katolik veya Protestan olan Ermeniler ve Süryaniler veya Nesturi iken Katolik olan Keldanîler buna örnektir.
Yoğun ve sistemli bir misyonerlik faaliyetinin yapıldığı günümüzde, hele iletişim araçlarının böylesine çeşitlendiği ve yaygınlaştığı bir ortamda Hıristiyanlığı anlatan kişi ve yayınlarla karşılaşmamak mümkün değildir. Ülkemizde de Hıristiyanlıkla ilgili yayınlar yapan, kitap ve broşürler neşreden yayınevleri, radyolar, internet’te her gün sayıları artan çeşitli siteler hatta günlük gazetelerde çeşitli ilânlar mevcuttur ve bunlar hem Hıristiyanlığın propagandasını yapmakta, hem de İslâm dini ile ilgili yalan yanlış bilgilerle halkın zihnini karıştırmaktadır. Bu sebepledir ki Hıristiyanlıkla ilgili doğru bilgilenmeye, gerçekleri öğrenmeye ve bilmeye ihtiyaç vardır.
GÜNÜMÜZ HIRİSTİYAN DÜNYASI
Bugün dünyada iki milyar civarında Hıristiyan vardır ancak Hıristiyanlık bütüncül bir yapı arz etmemektedir. Bu dinin tanrı inancındaki çokluk(üçlü birlik), kutsal kitaplarındaki çokluk ve çeşitlilik(dört İncil ve diğer bölümler) âdeta inananların düşünce ve örgütlenmelerine de yansımıştır ve gerek inanç gerekse ibadet ve uygulama açısından birbirinden farklı ve hepsi de gerçek Hıristiyanlığı kendisinin temsil ettiğini iddia eden çok sayıda kilise (mezhep), akım (movement) ve dini grup (denomination) ortaya çıkmıştır.
Günümüzde Hıristiyanlık Dört Ana Gruba Ayrılmaktadır:
1- KATOLİKLER: Hıristiyanların çoğunluğu bu kiliseye (mezhep) mensuptur. Dini merkez Vatikan, ruhani lider Papadır. Sayıları 1 milyar civarındadır.
Katolikler de kendi aralarında önce Latin Katolikler ve Doğu Katolikleri olmak üzere ikiye; Latin Katolikler de Roma Katolik Kilisesi ve Eski Katolik Kiliseleri olmak üzere tekrar ikiye ayrılmaktadır.
2- ORTODOKSLAR: Katoliklik gibi tek merkezli değildir. Toplam 16 otosefal (bağımsız) ve 5 otonom kiliseden oluşmaktadır. Otosefal kiliseler kendi liderlerini kendileri seçen bağımsız kiliselerdir ve Patrik veya piskoposlarca yönetilmektedir. Otonom kiliseler ise iç işlerinde serbest fakat bir otosefal kiliseye bağlıdırlar. Ortodoks Patriklikler arasında yetki mücadelesi ve tartışması vardır. Dünya ortodokslarının sayısı 300 milyon civarındadır.
3- PROTESTANLAR: Katolik ve Ortodoksların dışındaki üçüncü büyük grup Protestanlardır ki onlar da kendi içlerinde dört temel ve çok sayıda alt gruba ayrılırlar. Protestanlık’ın dört temel grubunu Lutheran Kiliseler, Reforme ve Presbiterien Kiliseler, Anglikan Kilisesi ve Bağımsız Kiliseler oluşturmaktadır ki bu sonuncular Methodistler, Baptistler, Congregationalistler ve benzeri çok sayıda alt gruba bölünmüşlerdir.
4- AYRILMIŞ DOĞU HIRİSTİYANLARI: Bu grupta da Efes Konsilinde(431) görüşleri reddedilen Nesturîler (Asurîler) ile Kadıköy konsili (451) kararlarını kabul etmeyen Ermeniler, Süryaniler, Kıbtîler ve Habeş Kilisesi yer almaktadır.
5- BAĞIMSIZ HIRİSTİYANLAR: Bu dört ana grubun dışında, bunlardan hiçbirine dahil olmayan Hıristiyanlar da vardır ki Yahova Şahitlerini ve Uniatarien’leri buna örnek gösterebiliriz.
Bu farklı mezhep ve hareketlerin kendi aralarında inanç ve yorum ile uygulama alanında köklü ayrılıklar vardır. Bu ayrılıklar tarih boyunca derin çatışmalara ve bölünmelere sebep olmuş, Hıristiyan dünyada yüzyıllarca süren din savaşları meydana gelmiş, Hıristiyanlar birbirlerini katletmiştir. XVI. yüzyıl Avrupa’sında özellikle 1562-1598 arasında Fransa’da patlak veren ve Katoliklerle Calvincileri birbirine düşüren çatışmalar buna örnektir. Katolik Kilisesi 1054 tarihinde Ortodoks Kilisesini aforoz etmiş, buna karşılık Ortodoks Kilisesi de papalığı ve Katolik Kilisesini aforoz etmiştir.
IV. Haçlı Seferi esnasında Lâtin Hıristiyan ordusu, Ortodoks İstanbul’u işgal etmiş ve yağmalamış, Ortodokslar ise İstanbul’u terk etmek zorunda kalmışlardır. Öte yandan Katolik Kilisesi Luther ve Reform hareketini ve Protestanlığı aforoz etmiş, buna karşılık da Luther, Papa’yı deccal olarak nitelemiş ve Papalığı ağır bir dille eleştirmiştir. 24 Ağustos 1572’de Fransa’da özellikle de Paris’te binlerce Protestan, Katoliklerce katledilmiştir. Bugün bile hâlâ İrlanda’da Katolik-Protestan çatışması devam etmektedir.
Geçmişte birbirine söylemediğini bırakmamış ve diğerini dinsizlikle itham etmiş kiliselerin her biri bugün Hıristiyanlığın sevgi dini olduğunu iddia ederek gerçek Hıristiyanlığı kendilerinin temsil ettiğini ileri sürmekte, bunun propagandasını yapmakta, kendine taraftar kazanmaya çalışmaktadır.
Her biri kendini gerçek ve doğru Hıristiyan olarak takdim eden bu kadar çok mezhep, cemaat ve grup karşısında hangisinin doğru söylediğini bilmek gerçekten zordur ve şaşırmamak mümkün değildir. Halbuki Müslümanlıkta kardeşlik, sevgi, hoşgörü, yardımlaşma, insan haklarına saygı vardır. Müslüman Müslümanın kardeşidir. Kur’ân’da “Müslümanlar ancak kardeştir.”[2] âyeti vardır.
Böylesine bölünmüşlük arz eden Hıristiyanlık acaba gerçekte nedir ve niçin bu kadar çok bölünmüştür?
HIRİSTİYAN KİMDİR?
Hıristiyan, Hristos’a (Mesih) tabi olan yani Hz. İsa’nın Tanrı’nın oğlu ve Mesih olduğuna inanan, Onun yolundan giden demektir.
Hıristiyan kelimesi tarihte ilk defa, Hz. İsa’dan sonra ve muhtemelen 43 tarihinde, Hz. İsa’yı Mesih olarak kabul edip ona tabi olan Antakyalılar için kullanılmıştır[3].
HIRİSTİYANLIK NEDİR?
Hıristiyanlık İsa’yı Tanrı’nın oğlu kabul edip kurtuluşun ancak Onunla mümkün olabileceğine inanmaktır.
Yahudilik ve İslâm gibi dinlerin aksine Hıristiyanlık, şahıs üzerine kurulu yani İsa Mesih’in şahsı, hayatı ve öğretisi üzerine temellenen bir dindir. Hıristiyanlık inancı bir “Kitap dini” değildir[4]. Yahudilik’te Tevrat, İslâm’da Kur’ân-ı Kerim ön plânda iken Hıristiyanlık’ta Hz. İsa dinin merkezindedir ve onunla ilgili inanç ve telâkkiler dinin özünü oluşturur.
Hıristiyanlık, Hz. İsa’yı Tanrı’nın oğlu, dolayısıyla Tanrı ve Mesih kabul edip yalnızca bu inancın insanı kuruluşa erdirebileceğine inanmaktır. Hıristiyan olabilmek için Mesih İsa’nın, Tanrı’nın oğlu olduğuna inanmak şarttır[5]. Pavlus bunu “İsa Rabdir diye dilinle ikrar edersen ve Allah’ın onu ölülerden dirilttiğine yüreğinle iman edersen kurtulacaksın” diye ifade etmektedir[6]. Bu sebepledir ki Hıristiyan iman esaslarının başında “Yerin ve göğün yaratanı, her şeye kadir Tanrı Baba’ya, Tanrı’nın biricik oğlu Rab Mesih İsa’ya inanıyorum” ifadesi yer almaktadır.
Hangi mezhep veya kiliseye mensup olursa olsun bütün Hıristiyanlar vaftiz, iman esasları ve ilk konsillerde müşterektirler[7].
Hıristiyanların Hz. İsa’yı Rab kabul etmeleri Kurân’da tenkit edilmiştir: "Allah, "Ey Meryem oğlu İsa! Sen mi insanlara Beni ve annemi Allah'tan başka iki tanrı olarak benimseyin dedin?" demişti de, "Haşa, hak olmayan sözü söylemek bana yaraşmaz; eğer söylemiş-sem, şüphesiz Sen onu bilirsin; Sen, benim içimde olanı bilirsin; ben Senin içinde olanı bilmem; doğrusu görülmeyeni bilen ancak Sensin" demişti, "Ben onlara sadece Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kulluk edin diye bana emrettiğini söyledim. Aralarında bulunduğum müddetçe onlar hakkında şahittim. Beni aralarından aldığında onları Sen gözlüyordun. Sen her şeye şahitsin."[8]
Hıristiyanlıkta H. İsa’yı ilâhlaştırmak, Hz. İsa’nın öğretilerine ve Tevrat inancına aykırıdır.
HIRİSTİYANLIĞIN TEMEL PRENSİPLERİ NE ZAMAN ve NASIL BELİRLENMİŞTİR?
Hıristiyanlığın temel prensipleri Hz. İsa’dan çok sonra ve uzun bir tarihî süreç içinde, çeşitli din bilginlerinin ve din adamlarının gerçekleştirdikleri konsil adı verilen toplantılarda, derin görüş ayrılıklarının ortaya çıktığı ciddi tartışmalar sonucunda belirlenmiştir. Hal böyle olunca Hıristiyanların inancı genel olarak sonradan ortaya atılmış beşerî düşüncelerdir.
Hıristiyanlık tarihinde Hz. İsa’dan hemen sonra başlayan ihtilaf ve görüş ayrılıkları asırlar boyu sürmüş, başta Tanrı ve Onun oğlu diye takdim edilen Hz. İsa’nın kimliği, tabiatı, şahsiyeti, ilâhlığı ve insanlığı olmak üzere Kutsal Ruh’un mahiyeti, kutsal kitapların durumu, Yahudi şeriatına karşı tutum ve benzeri çeşitli konular tartışılmış, bu konularda görüş ayrılıkları ortaya çıkmış, Hıristiyan-lığın inanç esasları bu konsillerde belirlenmiş ve o tarihe kadar Hıristiyan önderleri olan pek çok düşünür veya din adamı, fikirlerinden dolayı Hıristiyanlığın dışına atılmış ve kâfir ilân edilmiştir. Çünkü, ortaya atılan görüşlerin Hz. İsa ile hiç bir ilgisi yoktur.
HIRİSTİYANLIKTAKİ İMAN ESASLARI
Hıristiyanlıktaki iman esasları, bazıları dışında[9] bir bütün olarak ve bugünkü şekliyle kutsal kitapta belirtilmediği için, bu ihtiyacı gidermek üzere konsiller toplanmış, çeşitli çalışmalar yapılmış, farklı devirlerin ihtiyaçlarına cevap verecek tarzda değişik inanç esasları tesbit edilmiştir[10].
Bu amentüler arasında ikisinin kilise hayatında ayrı bir yeri vardır ki bunlar da Havarilerin Amentüsü ve İznik-İstanbul İnanç İlkeleri’dir.
Hıristiyanlıkta ilk iman ikrarı vaftiz esnasında ve Üçlü-Birlik (teslis) adına yapıldığı için ilk iman esasları formülü (amentü) Vaftiz İnanç İlkeleri veya Havarilerin İnanç İlkeleri diye adlandırılmakta ve yaratıcı Baba Tanrı’yı, kurtarıcı Oğul Tanrıyı ve kutsayıcı Kutsal Ruhu içermektedir. Havarilerin imanının bir özeti kabul edilen Havarilerin Amentüsü’nün havarilerce tesbit edildiği rivayetinin dayanağı yoktur. Bu amentü, ikinci asırda Roma’da kullanılan vaftiz amentüsünün geliştirilmiş şeklidir[11]. Menşei üçüncü veya dördüncü asra kadar çıkmakta ve Roma Katolik Kilisesi İlmihalinin esasını teşkil etmektedir.
İznik-İstanbul İman Esasları diye adlandırılan amentü ise İznik(325) ve İstanbul(381) konsillerinde belirlen-diği için önemlidir ve doğu ve batıdaki büyük Hıristiyan mezheplerince kabul edilmektedir. Bu inanç esasları şöyledir:
“Görünen ve görünmeyen varlıkların yaratanı, yeri ve göğü yaratan her şeye kadir Tanrı Babaya inanıyorum.
Tanrının biricik Oğlu, tek Rab ve ezelde Babadan doğmuş olan Mesih İsa’ya inanıyorum: O Tanrı’dan gelen Tanrı, Nurdan nur, Gerçek Tanrıdan Gerçek Tanrıdır. Yaratılmış olmayıp, Baba ile aynı özdedir ve her şey onun aracılığı ile yaratılmıştır. Biz insanlar ve bizim kurtuluşumuz için gökten inmiş, Kutsal Ruhun kudretiyle vücut bulmuş, Bakire Meryem’den doğmuştur. Pontius Platus döneminde bizler uğruna çarmıha gerilmiş, acı çekerek ölmüş, gömülmüş ve kutsal kitaplarda yazıldığı gibi üç gün sonra dirilmiş ve göğe çıkmıştır. Babanın sağında oturmaktadır. Dirileri ve ölüleri yargılamak amacıyla şanla yeniden gelecek ve hükümdarlığının sonu gelmeyecektir.
Peygamberlerin ağzıyla konuşmuş olan, Baba ve Oğuldan çıkıp, Baba ve Oğul ile birlikte tapılan ve yüceltilen, hayatın kaynağı ve Rab olan Kutsal Ruha inanıyorum. Havarilere dayanan, Katolik ve kutsal olan tek kiliseye inanıyorum.
Vaftiz olunarak günahların bağışlanacağını kabul ediyorum. Ölülerin dirilişini ve ebedî hayatı bekliyorum”[12].
Şöyle bir düşünün! Bunları söyleyenler sanki bu işleri bizzat görmüşler veya gören birisi onlara anlatmış da ondan sonra bunlar yazılmış. Bu nasıl oluyor?
İman esaslarında da görüldüğü gibi Hıristiyanlığın özü ve esası teslis (Üçlü birlik) inancıdır. Unitarienler gibi monoteist Hıristiyanlar ile Yahova Şahitleri dışındaki bütün Hıristiyanlar teslise inanmakta-dırlar. Zaten vaftiz olmadan ve teslis inancını kabul etmeden Hıristiyan olunamaz. Vaftizi kim, ne zaman icat etmiştir?
TESLİS NEDİR ve NASIL OLUŞMUŞTUR?
Hıristiyanlıktaki farklı inançların ortak noktası teslis inancıdır. Tanrı ile ilgili Hıristiyan inancını ifade etmesi açısından Teslis inancı Hıristiyanlığın merkezinde yer almakta ve Hıristiyanlığın kalbini oluşturmaktadır. Teslis inancı Hıristiyanları hem başka inançlardan ayıran hem de farklı mezhep ve kiliseleri birleştiren bir dogmadır.
Hıristiyanlara göre teslis inancı birden çok tanrıya, üçlü tanrı gruplarına inanan dinlerden mesela Hinduizm-deki Vişnu, Şiva ve Brahma üçlüsünden farklıdır. Çünkü Hıristiyanlar politeist değil monoteist olduklarını kabul etmektedirler. Ancak onların monoteizmi Yahudilik ve İslâm’daki tek Tanrı inancından da farklıdır.
Hıristiyanlara göre Teslis, tek bir Tanrıda üç kişi olduğunu kabul etmektir. Hıristiyan teolojisi teslisi benim-semekle üç tanrı olduğunu değil, tek bir Tanrıda üç ayrı kişilik olduğunu ifade etmektedir. Tanrıdaki kişiler biricik tanrısallığı kendi aralarında paylaşmış değiller ama her biri tamamen Tanrı’dır. Baba aynen Oğul gibi, Oğul aynen Baba gibi, Baba ve Oğul Kutsal Ruh gibi bu gerçeğin kendisidirler yani tabiatları gereği tek Tanrıdırlar.
Tanrıdaki kişiler gerçekten birbirlerinden farklıdırlar. Oğul olan kişi Baba değildir, Baba olan kişi de Oğul değildir, Kutsal Ruh olan kişi de ne Babadır ne Oğuldur. Birbirlerinden farklıdırlar. Doğuran Babadır, Oğul doğandır, Kutsal Ruh gelendir. Onların her biri ayrı ayrı tanrıdır ancak onlar üç ayrı Tanrı değil tek Tanrıdırlar. Bu görüşleri dikkatle incelersek görürüz ki, bu yorumlar tamamen insan aklının ürünüdür.
Teslisi oluşturan unsurlardan Baba, Oğul ve Kutsal Ruh ayrı ayrı tanrıdır fakat onlar üç tanrı değil tek tanrıdır yani bir üçe, üç de bire eşittir. Bunu akıl kabul etmez; bu sadece bir varsayımdır.
Görüldüğü gibi matematiğe de uymayan bu işlem Hıristiyanlarca gerçek kabul edilmekte, ancak bunun bir sır olduğu, dolayısıyla izahının yapılamayacağı belirtilmek-tedir.
Hıristiyanlar Tanrı’nın tek olduğunu kabul etmek-tedirler ancak bu tanrı ne Yahudilerin ne de Müslümanların tek olan Tanrısı gibi değildir. Kendisine Baba da denilen Tanrı tektir ama onlara göre Oğul diye nitelenen İsa Mesih de tanrıdır. Kutsal Ruh da tanrıdır ancak bunlar toplandı-ğında bir tek tanrı etmektedir.
Bu inanç Hıristiyanlarca da garip, anlaşılamaz ve izah edilemez görüldüğü halde yine de inanılmakta ve Hıris-tiyanlıktaki teslis inancını tevhit inancı ile bağdaştırmak yani Tanrı’nın aynı zamanda hem bir hem de üç olduğunu; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’tan oluşan teslisin, Tanrı’nın birliğine ters düşmediğini, onunla çelişmediğini ortaya koymak için çeşitli yorumlar yapılmıştır; ancak, bu inanç hâlâ anlaşılabilir değildir; çünkü, Hıristiyan imanı bir taraftan Eski Ahit vahyinin mutlak tek tanrıcılığına bağlı iken bir taraftan da İsa Mesih’in Rab ve Tanrı olduğuna inanmaktadır.
Bir izaha göre teslisi oluşturan şahıslar arasında bir hiyerarşi vardır ve Oğul olan Mesih, Babaya bağlı, Ondan neşet ettiği için ondan daha aşağı seviyede olan bir tür ikinci tanrıdır. İlâhî Kelâmı yaratılmış olarak kabul eden bu görüş IV. yüzyılda Ariusçuluk (Arianisme) olarak yayıl-mıştır. Arius, İsa’nın bütün varlıklardan önce yaratıldığını, dolayısıyla ezelî olmadığını yani Tanrı olmadığını ileri sürdüğü için İznik Konsilinde(325) aforoz edilmiştir.
Diğer bir izah tarzına göre İsa, sıradan bir insandır ve Tanrı tarafından, itaati sebebiyle evlat edinilmiş ve Tanrı’nın Oğlu payesine yükseltilmiştir.
Diğer bir yoruma göre Baba, Oğul ve Kutsal Ruh, tek olan ilâhî gerçekliğin bizim için ortaya çıkan görünüş ve tezahür şekillerinden ibarettir. Başka bir yoruma göre Baba, Oğul ve Kutsal Ruh gerçekte üç ayrı Tanrı’dır (tritheisme) ve “birlik”, sadece bizim zihnimizde gerçek-leşmektedir.
İznik(325) ve İstanbul(381) konsilleri bu üç yorumu da reddetmiş, Tanrı’daki üç şahsın gerçek farklılığını; Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un eşitliğini ve ezelden beri var olduklarını kabul etmiştir.
Hz. İSA KİMDİR?
Hıristiyanlık Tanrı merkezli (Theocentrique) olmaktan çok Mesih merkezlidir (Christocentrique) ve Hıristiyanlığı Hıristiyanlık yapan temel özellikler Hz. İsa ile ilgili hususlardır. Bu sebepledir ki Hz. İsa’nın kimliği önem taşımaktadır.
İncillerde İsa Mesih Kendini Nasıl Tanıtmaktadır?
Hıristiyanlar İsa’nın Tanrı’nın Oğlu yani Tanrı olduğunu kabul etmektedirler; fakat, acaba İsa kendini nasıl tanıtmaktadır?
Sinoptik(farklı) İncillerde de açıkça görüldüğü gibi İsa’nın kendisi için sıkça kullandığı terimlerden birisi İnsanoğlu’dur. Bu İsa’nın insan cinsine ait olduğunu göstermektedir. İsa gerçek bir insan olduğunun farkın-dadır[13]. Diğer taraftan İsa için kullanılan diğer bir terim “peygamber” terimidir. İncillerin verdiği bilgilere göre halk, İsa’yı peygamber olarak görmektedir[14]. İsa da kendini peygamber olarak görmektedir[15].
Kendisi için “insanoğlu” ve “peygamber” terimlerini kullanan İsa’nın, kendisi için “Mesih” ve “Tanrı oğlu” ifadelerini kullanmaması dikkat çekicidir. İncil yazarları onu böyle niteleseler de Sinoptik/farklı İncillerde İsa’nın kendisini “Tanrı oğlu” olarak nitelendirdiğine rastlanmaz.
İsa’nın, kendisi için “oğul” ve Tanrı için “baba” terimlerini kullanması Eski Ahit bağlamındadır ve oğul derken Tanrı’nın yarattığı, seçtiği, baba derken de yaratıcı, bizi seçen, koruyan anlamı kastedilmektedir.
Bugün Hıristiyanlar tarafından kutsal kabul edilen İncillerin hiçbir yerinde Hz. İsa kendisini Tanrı olarak takdim etmemekte, bilakis bir olan Allah’a kulluk etmek gerektiğini belirtmektedir. Matta İncilinde O, “Rab Allah’ına tapınacak ve O’na kulluk edeceksin diye yazılmıştır” demekte ayrıca hiç kimsenin iki efendiye kulluk edemeyeceğini, hem Allah’a hem de mammona kulluk edilemeyeceğini belirtmektedir[16].
İncillere göre İsa Mesih, Baba dediği ve kendisini gönderen Allah’ın iradesine tabidir. Bu konuda İncillerde İsa’nın şu sözleri yer almaktadır: “Sizi kabul eden beni kabul eder ve beni kabul eden beni göndereni kabul eder”;[17] “Benim yemeğim beni gönderenin iradesini yapmak ve onun işini başarmaktır”; “Benim sözümü dinleyip beni gönderene iman edenin ebedî hayatı vardır”; “Ben kendiliğimden bir şey yapamam; işittiğim gibi hükmederim ve benim hükmüm doğrudur zira ben, kendi irademi değil; fakat, beni gönderenin iradesini ararım” “Kendi irademi değil fakat beni gönderenin iradesini yapmak için gönderildim” Diri olan Baba beni gönderdiği, ben de Baba vasıtasıyla yaşamakta olduğum gibi...”[18]
Bu ifadelerde de görüldüğü gibi İsa Mesih, kendisini gönderen Tanrı’nın iradesine tabidir.
İSA NASIL TANRILAŞTIRILDI?
İsa kendisini tanrı olarak takdim etmediği, tam aksine Allah tarafından gönderilmiş olduğunu, onun iradesini gerçekleştirmeye çalıştığını, sadece O’na kulluk edilmesi gerektiğini belirttiği halde daha sonra ilâhlaştırılmıştır. Hıristiyanlığı tevhid dini olmaktan çıkarıp teslis dini haline getirenlerin başında Pavlus gelmektedir.
Pavlus başlangıçta İsa Mesih’in mesajına karşı olduğu, Hıristiyanları cezalandırmaya çalıştığı halde daha sonra tam bir dönüş yapmış ve önceki suçlarını affettirmek istercesine İsa’yı ilâhlık mertebesine çıkarmıştır.
Pavlus’un, Mesih merkezli din anlayışı bütün Hıristiyan dogmalarının temelini oluşturmaktadır. Pavlus bedenlenen tanrısal oğul olarak insanlığın kurtuluşu için yeryüzünde yaşayan ve çarmıhta öldükten sonra tekrar dirilerek ilâhî âleme yükselen Rab İsa Mesih inancını yerleştirmiştir.
İsa’nın teolojisi teosentrik (Tanrı merkezli) bir yapıya sahiptir. Onun yaptığı çağrının özünde insanları, Tanrı’ya iman edip O’nun egemenliğine girmeğe davet vardır.
İsa’nın bu Tanrı merkezli din anlayışına karşılık Pavlus’un öğretilerinin temelini Kristosentrizm ya da Mesih merkezlilik düşüncesi teşkil eder. Pavlus’a göre İsa, tanrısal oğulun, insanlığın kurtuluşu için bedenlenmiş halidir, Mesih’tir. Pavlus’a göre kurtuluşun yegane yolu Mesih’e imandır.
İsa, kurtuluş için Tanrı’ya iman ile dinî kuralları uygulamayı gösterirken Pavlus, Tanrı’dan ziyade İsa Mesih’i ön plâna çıkarmaktadır.
İsa’nın öğretilerinde esas olan İsa’nın kendi şahsiyeti ya da kimliği değil, tebliğ ettiği mesajdır. Bu mesaj ise Tanrı’nın mutlak egemenliğine dikkat çekmek, insanları günahlardan uzak durarak tövbeye, Tanrı’nın emir ve yasaklarına uymaya davettir. Pavlus’a göre ise İsa’nın mesajı değil, şahsı ya da kimliği ön plândadır.
Hz. İsa tam bir monoteisttir yani muvahhittir. Pavlus teolojisinde ise Baba Tanrı ve Oğul Rab İsa ikiliği vardır. Pavlus şöyle der: ”Bizim için tek bir Baba Tanrı vardır. O her şeyin kaynağıdır ve biz onun için yaşıyoruz. Tek bir Rab vardır o da İsa Mesih’tir. Her şey onun aracılığı ile yaratıldı, biz de onun aracılığı ile yaşıyoruz”[19]
Kendisi normal bir insan gibi yaşadığı, yiyip içtiği, acı ve ıstırap çektiği, üzülüp sevindiği halde, babasız dünyaya gelmesi de gerekçe gösterilerek tanrılaştırılan İsa Mesih’in, bir taraftan tek tanrı inancıyla bağdaştırılması, diğer taraftan İsa Mesih’teki ilâhlık ve insanlık durumları kiliseyi asırlarca meşgul etmiş ve içinden çıkılmaz tartışmalara sebep olmuştur.
İlk konsiller hep bu meseleyi yani İsa Mesih’in kimliği meselesini, ilâhlığı ve insanlığı konusunu tartışmışlardır.
İlk ekümenik konsil olan İznik Konsilinde(325), İsa’nın bütün varlıklardan daha üstün olduğunu ancak yaratılmış olduğunu dolayısıyla tanrı olamayacağını ileri süren yaşlı ve bilgili papaz Arius aforoz edilmiş, İsa’nın tanrı olduğu kabul edilmiştir.
428 yılında İstanbul Patriği olan Nestorius, İsa’nın hem ilâh hem de insan olduğunu ancak bir kadının tanrı doğurmuş olamayacağını dolayısıyla Meryem’in, sadece insan olan İsa’yı doğurduğunu, İsa’nın daha sonra ilâhlaştığını ileri sürünce Efes Konsilince(431) aforoz edilmiştir. İsa’nın ilâhlık vasfını öne çıkaran İskenderiye Kilisesi ve aynı kanaatteki diğer kiliseler de Kadıköy Konsilinde(451) aforoz edilmişler, toplantılara papaz, patrik olarak gelenler toplantılardan sapkın (heretik) olarak ayrılmışlardır.
Görüldüğü gibi bu tartışmalar aslında Hz. İsa gibi Kur’ân’da övülen ve Allah’ın gönderdiği bir peygam-ber olarak anlatılan İsa hakkında yersiz ve yanlış bilgilerdir(Kur’ân, Meryem Sûresi).
Hz. İSA HIRİSTİYAN MIDIR?
Bugün Hıristiyan olmayı ifade eden ve konsillerde belirlenen esaslara göre değerlendirilecek olursa Hz. İsa Hıristiyan değildir. Çünkü:
1- Hz. İsa’nın Hıristiyan olabilmesi için kendisinin Tanrı’nın oğlu dolayısıyla Tanrı olduğunu kabul etmesi gerekir. Halbuki o, yukarıda da belirtildiği gibi kendisini asla tanrı olarak takdim etmemiş, bilakis insanoğlu ve peygamber olarak görmüştür.
2- O, Hıristiyan inancına göre Mesih’in (Hristos) bizzat kendisidir. Dolayısıyla Hıristiyan olması yani Mesih’e tabi olması söz konusu değildir. Hıristiyan adı Hz. İsa’dan daha sonra ortaya çıkmış ve kullanılmış bir terimdir.
Hz. İsa kendisini Hıristiyan olarak nitelemediği gibi, tebliğ ettiği dine de Hıristiyanlık adını vermemiştir. Hıristiyanlık adlandırmasına ilk defa ikinci yüzyılda rastlanmaktadır[20] ve Hıristiyanlık, Hz. İsa’dan sonra artık onun tebliğ ettiği din olmaktan çıkmış, tümüyle farklı bir mahiyet almıştır. Hz. İsa bugün Hıristiyanlıktan anlaşıldığı şekliyle Hıristiyan değildir.
PAGANLAŞAN HIRİSTİYANLIK
Bugünkü Hıristiyanlık, Hz. İsa’nın da tanıyamayacağı kadar değişmiş, âdeta putperest bir hal almıştır. Diğer bir ifade ile Hıristiyanlık putperest Roma İmparatorluğu’nu Hıristiyanlaştırmaya çalışırken gerçekte putperest Roma, Hıristiyanlığı paganlaştırmıştır.
Tanrının birden çok olması paganizmin bir özelliğidir. Hıristiyanlık her ne kadar tek tanrı inancını benimsiyorum dese de onun monoteizm anlayışı, Yahudilik ve İslâm’daki monoteizmden farklıdır. Tanrının baba veya oğul olması onun tekliği ve yüceliği ile bağdaşmaz ve İslâm, “Allah birdir, hiçbir şeye muhtaç değildir, doğmamış ve doğurma-mıştır, eşi ve benzeri yoktur” (İhlas Sûresi) diyerek paganizmi hatırlatan her tür telâkkiyi reddetmektedir.
Tanrı Doğuran Kadın:
Bugün dünya Hıristiyanlığının çoğunluğunu teşkil eden Katolik ve Ortodokslara göre Hz. Meryem’in unvanı THEOTOKOS yani Tanrı doğurandır.
431 tarihinde Efes’te toplanan III. Ekümenik konsilde Meryem’in, hem ilâh hem de insan olan İsa’yı doğurduğu, dolayısıyla theotokos olduğu resmen kabul edilmiştir.
Bu inancın, Hıristiyanlık öncesi Anadolu paganiz-mindeki Artemis kültünden ne farkı vardır?
Hıristiyanlık Sevgi Dini mi?
Bugün sevgi dini diye takdim edilen Hıristiyanlığın tarih boyunca hiç de böyle bir görüntü arz etmediği herkesçe bilinmektedir. Hıristiyan teolojisindeki birçok öğe şiddete şu veya bu şekilde haklılık payesi kazandır-maktadır.
Hıristiyanlık tarihi Ortaçağ’dan günümüze kadar süregelen bir şiddet tarihidir. Hıristiyanlığın kutsal değerlerini oluşturan İsa Mesih, din, kurtuluş, kilise ve rahipler adına gerek Hıristiyan olmayan ötekilere karşı, gerekse Hıristiyanlık içerisinde yer almakla birlikte, inanç ve gelenekleri itibarıyla heretik/sapkınk olarak görülen gruplara karşı sürdürülen şiddet hareketleri tarihin hafızasına kazınmıştır.
Hıristiyanlığın, Roma İmparatorluğu’nda 313 Milan Fermanı’yla serbesti kazanışı ve 380’de İmparatorluğun resmî dini oluşunu takiben, gerek eski Roma ve Yunan dinî geleneklerini, gerekse Hıristiyan inanç ve değerlerine ilişkin resmî öğretileri benimsemeyen ve heretik/sapkın ilân edilen çeşitli gruplara karşı âdeta bir sürek avı başlatılmıştır.
Meselâ, Donatus ve taraftarlarının birçoğu öldürül-müştür. Konsillerde alınan kararlar doğrultusunda Hıristiyan din adamı olan Arius, İstanbul Patriği olan Nestorius, heretik/sapkın sayılıp sürgün edilmişlerdir.
İmparator Konstantin döneminden itibaren, resmî din öğretilerinin dışındaki inanç ve öğretiler heretik/sapkın ilân edilerek cezalandırılmıştır.
Resmî kilise kurumunun gerek ilk dönemlerde gerekse teokratik bir yapının ortaya çıktığı sonraki dönemlerde, kendi öğretilerini benimsemeyenlere ya da bunlara karşı çıkanlara yönelik şiddet hareketleri uygulamada kilise ve engizisyon mahkemeleri önemli rol oynamışlardır.
Kilise, iktidarda söz sahibi olmaya başlamasına paralel olarak, Hıristiyanlık dışı akımlara ve benzerlerine karşı şiddet nitelikli tavır almıştır. İmparator Theodosius zamanından itibaren Roma topraklarındaki paganlara ait tapınaklar yıkılmış, sonraki dönemlerde de Kilisenin bu tutumundaki şiddet artarak devam etmiş, kısaca, dünyevî/siyasî bir güç haline gelen Latin Kilisesi, Hıristiyanlık dışı dinî geleneklere karşı savaş açmıştır. Bu savaş kapsamında olarak pek çok kişi inançları sebebiyle diri diri yakılmıştır.
Bu anlatılanlara Hıristiyanların Amerika’da ve Afrika’da yerlilere yaptıkları haksızlıklar ve sırf topraklarını almak için öldürdükleri insanlar da eklenince gerçekler daha iyi anlaşılacaktır.
Sevgi Tezahürü–Haçlı Seferleri:
Ortaçağ Konsillerinde, İslâm’a ve Müslümanlara karşı sık sık haçlı seferleri düzenlenmesi çağrısı yapılmış, savaşa katılanlar takdîs edilmiş, Müslümanlar kendisiyle savaşılan şeytanlar olarak kabul edilmiştir.
Hıristiyan ilâhiyatçı St. Augustin ve Thomas Aquinas şiddete ve savaşa taraftardır ve bu amaçla “haklı savaş” kavramı üretilmiştir. Buna göre Haçlı Seferi, şeytan ve deccal olmakla özdeşleştirilen Müslümanların ve İslâm’ın yok edilmesi vb. gibi amaçlara yönelik kutsal savaşlar olarak kutsanmıştır.
Kilise merkezli şiddet eylemleri sadece Müslümanlara yönelik değil, bilim adamlarına, siyasî ve dinî lider ve düşünürlere yönelik olarak da devam etmiştir. Görüşleri nedeniyle diri diri yakılan ünlü düşünür Giordano Bruno (1548-1600) ve Jan Huss (1372-1415) ve “dünya dönüyor” dediği için sorguya çekilen ve tehdit edilen Galile bunun örnekleridir. Katolikliğin bu şiddet politikasına ve dinî alandaki dayatmacılığına karşı çıkan reform hareketi temsilcileri de şiddeti savunmuşlardır. Luther, Papa’nın manevi liderliğini yürüttüğü haçlı seferlerini eleştirirken, diğer taraftan Türkleri kılıçtan geçirmenin gerekliliğini savunmuştur.
Luther şiddeti, saldırganlığı ve savaşı kutsamakta ve “Sadece bir ahmak boğazlamanın ve çalmanın Hıristi-yanlığa ve sevgi ilkesine uygun olmadığını ileri sürebilir. Bir savaşa yavaş yavaş gitmek Hıristiyan’ca ve sevgi işi değildir. Bir kimse kendi düşmanlarının boğazını kesmeli, onları yağmalamalı ve yakmalıdır. Gerçekte sevgi budur” demektedir.
Hıristiyanlığın şiddet ve baskı anlayışları sömürü ve emperyalizm dönemlerinde de devam etmiştir. Sömürge bölgelerinde kiliseler ve misyonerlik teşkilâtları sömürgeci güçlerle işbirliği yapmışlar ve sömürgeciliğin ön karakolu görevini üstlenmişlerdir. Ayrıca I. ve II. Dünya Savaşlarını çıkarıp milyonlarca masum insanın ölümüne neden olanlar, Hıristiyan devletler değil midir?
Günümüzde siyasî, ekonomik ve kültürel alanlardaki sömürü siyasetini sürdürmek için, geri kalmış ülkelerde ihtilâller yaptırarak, isyanlar çıkartarak dünyamızda dökülen kanın ve akan gözyaşının sorumlusu, Hıristiyanlık değilse bile, bu din mensupları değil midir?
Günümüzde başta aile kurumu olmak üzere temel insanî değerlerin yozlaşmasıyla mahremiyetin ortadan kalkması, zina ve fuhuşun sektörel bir boyut kazanması ve insan fıtratına aykırı olan cinsî sapıklıkların bazı kiliseler tarafından meşrulaştırılmasının Hıristiyan Batı kültürünün birer ürünü değil midir?
Peki genellikle “sevgi ve barış dini” olarak takdim edilen bu din, nasıl oluyor da geçmişten günümüze tarih boyu şiddet, baskı ve terör üretmektedir? Yoksa Hıristi-yanlığın “sevgi ve barış dini” olduğu ya da İsa’ya atfedilen “düşmanını bile sev” ilkesi boş bir iddiadan mı ibarettir?
Sayın okuyucu!
Gerçek mânâda kurtuluş İslâm’dadır. İslâm kelimesi barış ve sulh anlamına gelir. Şayet siz bir Müslümanın şiddete taraftar olduğunu görürseniz, şunu iyi bilin ki, o kişi gerçek bir Müslüman değildir. Zira Kur’ân’da “Rabbinin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış; doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.”[21] denilmiştir.
DİPNOTLAR:
[1] Kehf, 18/29.
[2] Hucurât Sûresi, 10.
[3] Resullerin İşleri, 11/26.
[4] Katolik Kilisesi Din ve Ahlâk ilkeleri, s. 46.
[5] Resullerin İşleri, 8/37; Yuhanna’nın Birinci Mektubu, 2/22-23; Katolik Kilisesi Din ve Ahlâk İlkeleri, İstanbul 2000, s. 20.
[6] Romalılara Mektup 10/9.
[7] J. Dore, “Trinite”, Dictionnaire des Religions, Paris Paris 1984, II, 2056.
[8] el-Mâide, 5/116-117.
[9] Romalılara Mektup 10/9; I. Korintoslular 15/3-5.
[10] Katolik Kilisesi Din ve Ahlâk İlkeleri, s. 63.
[11] The Oxford Dictionary of World Religions, Oxford 1997, s. 82.
[12] Katolik Kilisesinin Din ve İnanç İlkeleri, s. 65.
[13] J. Hick, God and the universe of faiths, s. 114.
[14] Matta 21/10-11, 46; Luka 7/16; 22/63-64; 24/19.
[15] Markos 6/1-4; Luka 13/32-35.
[16] Matta 4/10; 6/24.
[17] Matta 10/40.
[18] Yuhanna 4/34; 5/24,30; 6/38, 57.
[19] I. Korintoslular 8/5-6.
[20] M. Sachot, L’Antiquite Chretienne” in Les Chretiens et leurs docctrines, Paris 1987, s. 15.
[21] Nahl Sûresi, 125.
* * * * *
BİR AYET-İ KERİME VE GÜNÜMÜZE MESAJLARI
Prof. Dr. Bedreddin ÇETİNER
Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
“İbrahim ne yahudi, ne de hristiyan idi. Fakat o, bir hanif, bir müslümandı. O, müşriklerden de değildi.”
Kur’an-ı Kerim’de ağırlıklı olarak geçmiş ümmetlerden, milletlerden, onları Allah’ın Hak dinine çağırmak; onları dalâlet bataklıklarından hidayetin nurlu ortamına çekmek üzere gönderilen peygamberlerden ve bu peygamberlerin inkârcılarla mücadelelerinden; hak yola çağırma yolunda karşılaştıkları zorluklardan, katlanmak zorunda kaldıkları işkencelerden bahsedilir ki biz Kur’an’ın ele aldığı bu konulara “kıssalar”, “Kur’an kıssaları” diyoruz.
Kur’an-ı Kerim’de bugünkü Türkçe ile “hikâye” dediğimiz geçmiş olayların anlatımında mutlaka bizim bilmediğimiz bir takım hikmetler olmalıdır ve vardır da. Ancak biz kendi aklımıza dayanarak kendimize göre bir takım hikmetler ve bunların Kur’an’da zikredilmesinden faydalar da çıkarabiliriz. Bunları dile getirmemize bir mani de yoktur. Çünkü Kur’an-ı Kerim bizim aklımıza hitabetmekte ve hemen her konuda –ğayb konuları hariç- akıl yürütmemizi, aklımızı kullanmamızı; dünya hayatımıza akılla yön vermemizi; Allah’ın bize bir kurtuluş reçetesi olarak gönderdiği Kur’an’ı anlamada bile aklımızı kullanmamızı öğütlemektedir.
O halde biz de, Kur’an’daki kıssların Kur’an’da neden yer aldığını; bunlarla nelerin hedeflenmekte olduğunu düşünmemiz bizden istendiğine göre, buyrun biraz düşünelim:
Şurası muhakkak ki Kur’an-ı Kerim bir tarih kitabı değildir. Tarihte de kalmış değildir. Bütün zamanların ve mekânların kitabıdır. Zamanlar eskise de her an tazelenen ve taze kalan Allah kelâmıdır. İnsanların ve cinlerin, dünya hayatlarında uygulanmak üzere kendisinden hükümler çıkarabilecekleri ve bu hükümlerle iki dünya mutluluğunu elde edebilecekleri bir kitabdır. Dolayısıyla Kur’an’daki oldukça geniş bir yer tutan kıssalar sırf bir tarihî bilgi olarak Kur’an’da yer almış olamazlar.
Gerçi Kur’an’da anlatılan kıssalarda anlatılanlar tarihen sabit olaylardır. Kur’an’ın bunları anlatmış olması onların tarihî gerçekliği için yeter delildir ve biz bunları başka kanallardan doğrulamak durumunda da değiliz. Tam tersine başka kaynaklarda aynı hadiselerin anlatılmış olması halinde onların doğruluğunu Kur’an ile kontrol etmek ve Kur’an ile bunların yanlışlarını düzeltmek zorundayız ki selef alimlerimiz buna son derece dikkat etmişler ve tarihî hadiselerin yahudiler ve hristiyanlar tarafından çarpıtılan veya tahrif edilen yönlerini Kur’an’da anlatılanlarla tashih etme yoluna gitmişlerdir.
Ancak bizler için Kur’an kıssalarının bu tarihî misyonu ile yetinmek kolaya kaçmak ve Kur’an’ın çağlar üstü vasfını gözardı etmek olur. Öte yandan hemen bütün insan topluluklarında ve bütün dillerde anlatım ve eğitim üslubları, metodları içinde “kıssa ile anlatım”, “kıssalarla eğitim” üslubunu da görmezden gelmiş oluruz.
Özellikle soyut kavram ve olayların insanların zihinlerine yaklaştırılmasında kıssalara müracaat o kavram ve olayların insanlarca daha kolay kavranması ve belleklerde daha bir kalıcı olması neticesini doğurmaktadır.
Dolayısıyla Kur’an’da anlatılmış olan kıssalar neden bize tarihî hakikatları anlatmaları yanında günümüz insanının ihtiyaç duyacağı hükümleri içinde bulundurmasın ki? Nitekim insan birazcık düşünüp kafa yorunca Kur’an kıssalarındaki hakikatlar kendisine birer birer görünmeye, açılmaya başlıyacaktır.
Meselâ yazımızın başına aldığımız âyet-i kerimedeki Hz. İbrahim’in durumunu ele alalım: Kur’an-ı Kerim’de bu âyet-i kerimede ve daha birçok yerde (toplam 64 âyettte) Hz. İbrahim’den, onun peygamberliğinden, hak dine çağırmakla yükümlü kılındığı kavmi ile mücadelelerinden, inkârcıların ona ve inananlarına yaptıklarından bahsedilmekte; ezcümle peygamberler atası olan bu yüce peygamberin hayatından ibretli kesitler verilmektedir.
Burada elbette bize de bir takım mesajlar olmalıdır ve vardır.
Tarihte ve günümüzde bir çok din müntesibi Hz. İbrahim’e sahip çıkıp onu kendilerinden göstererek dinlerini Hz. İbrahim ile güçlendirme çabası içinde olmuştur. Bu din saliklerinin başında yahudiler ve hristiyanlar gelmektedir.
Gerek yahudi ve gerekse hristiyan kaynaklarda Hz. İbrahim ile ilgili bir takım bilgiler mevcuttur ve bunların bir kısmı da Hz. İbrahim’in bir peygamber olarak misyonu ile yer yer çelişmektedir. Ama şurası muhakkak ki her iki diyanet mensupları Hz. İbrahim’in kendilerinden olduğu iddiasıyla dinlerinin hak din olduğunu isbatlamaya çalışmaktadırlar. Her ne kadar Hz. İbrahim’in yüceltilmeye ihtiyacı yoksa da demek ki o, bir çok dinin ortak değeridir ve birçok dinde kendisine saygı gösterilen, yüceltilen, Allah’ın çok değerli bir peygamberi olarak kabul edilen bir şahsiyettir. Bu bizim için, biz müslümanlar için de geçerlidir. Biz de diğer din salikleri gibi kitabımız Kur’an’dan öğrendiğimize göre Hz. İbrahim’i “Ebu’l-Enbiya=Peygamberler atası” olarak kabul eder ve bir peygamber olarak ona gerekli saygıyı gösteririz. Ama yahudiler ve hristiyanlar gibi onu kendimize hasretmeyiz; onu Allah’ın gönderdiği diğer peygamberler gibi bir peygamber olarak görür Kur’an’ın talimatı üzere “Allah’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbımız affına sığındık, dönüş ancak Sana’dır.” deriz (Bakara Suresi, âyet: 285).
Yahudilerin ve hristiyanların onu kendilerine, kendi dinlerine hasretmelerini de yukarıya mealini aldığımız âyet-i kerime ile tashih ve reddederiz.
Dolayısıyla Hz. İbrahim’in Allah’tan getirip insanlara tebliğ etmiş olduğu din, o zamandaki insanlar için olduğu kadar bizim de dinimizdir. Onun getirmiş olduğu dinin ilkeleri bizim için de birer kurtuluş reçetesidir ve o gün olduğu kadar bugün de geçerlidir. Gerek yahudiler, gerek hristiyanlar ve gerekse o zamanda birer hak din olan bu dinlerden ayrılıp gitmiş müşrikler Hz. İbrahim’in Allah’tan getirmiş olduğu mesajı tahrif ettikleri; kendi beşeri arzularına uydurmak üzere değiştirdikleri ve sonunda tamamen beşerî bir sistem haline getirdikleri içindir ki Allah Tealâ diğer peygamberleri; onlar içinde de özellikle Hz. Musa’yı, Hz. İsa’yı; bunların tebliğ ettikleri hak dininin de tahrif edilmesi üzerine Hz. Muhammed’i kulu ve elçisi olarak göndermiş ve bütün peygamberler silsilesince insanlara ulaştırılan Hak dini her seferinde insanlara yeniden yeniden ulaştırmıştır.
Burada yahudi, hristiyan ve diğer din saliklerine bir uyarı da söz konusudur: Tutalım ki Hz. İbrahim sizdendir; sizin atalarınızdandır ve siz de ona mensubiyet iddiasındasınız. Peki sizin yolunuz yol değilken, sizin dininiz din değilken, sizin inançlarınız ve bunlara dayalı yaşantınız Haktan uzak iken Hz. İbrahim’e mensubiyet veya onun sizden olduğu iddianızın size faydası nedir?
Geçmişle övünmek, atalarının yaptıklarıyla böbürlenmek; “Bizim atalarımız şöyle kahramandı, böyle çalışkandı, şöyle cömertti, böyle insanlıklıydı.” Diye başkalarına kendilerinde olmayanlarla üstünlük iddiasında olmak neye yarar. Asîl ve çalışkan bir soydan gelip de tembel tembel yatan, çevresine değil kendine bile faydası olmayan bir neslin geçmişiyle övünüp böbürlenmesi ona ne kazandırır? Hele ve hele bu geçmişiyle iftihar yahudi ve hristiyanlarda olduğu gibi bir yalan üzerine kuruluysa!
Aynı şey biz müslümanlar için de geçerlidir: Evet biz soylu bir geçmişin evlâtlarıyız. Atalarımız olan müslümanlar Allah’ın hidayetini bütün insanlara ulaştırma yolunda ellerinden gelenin fazlasını yapmışlar, bütün imkânlarını Allah’ın adının yeryüzünde en üstün olması için kullanmışlar, canlarıyla ve mallarıyla Allah yolunda cihad etmişler; böylece Allah’ın Hak mesajını dünyanın doğularına ve batılarına taşımışlar. Peki bu soylu atalarımızın nesli olarak biz üzerimize düşenleri ne kadar yapıyoruz? Bu, her müslümanın her akşam yatağına yattığında bir nefis muhasebesi olarak kendine sorması gereken sorudur.
Başka bir yönden Hz. İbrahim’in yukardaki âyette “yahudi ve hristiyan olmadığı” belirtildikten sonra ayrıca “müşriklerden olmadığı” da ifade edilmektedir ki bizce âyet-i kerimenin en can alıcı yeri burasıdır.
Hz. İbrahim, Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre “müşrik bir topluluk” içinde doğmuş, büyümüş, yetişmiş, terbiye edilmiştir. Onun, Allah tarafından bir peygamber ailesinde, bir peygamber olmak üzere özel olarak seçilip Allah’ın gözetimi altında olduğu şeklinde bir varsayıma dayanmak yerine onun, Allah’a ortak koşan ve putlara tapan bir toplum içinde yaşadığı vakıasına dönmek ve bunu değerlendirmek durumundayız.
Allah’ın Rasulü Hz. Muhammed (sa)’in önemle vurguladığı üzere “Her doğan fıtrat üzere doğar.” (Bak: Buhari, Kader, 3; Müslim, Kader, 22, 25; Ebu Davud, Sünnet, 18; Ahmed ibn Hanbel, Müsned, IV,24) Yani insan fıtratında iman ve Allah’a kulluk daima küfür, şirk ve inkâra galebe çalar. Selîm fıtrat, insanlar tarafından bozulmuş olmıyan fıtrat budur.
Bu fıtratın yanında eğitimin, terbiyenin, çevrenin insan üzerindeki inkâr edilemeyen etkisi öyle zannedildiği kadar büyük de değildir. Her türlü menfî terbiyeye rağmen kişinin fıtratında bulunan müsbet yönler bu terbiyenin yıkıcı etkilerini yok edebilir ve kişi her türlü olumsuz beyin yıkamaya rağmen yine de Hak yolda kalabilir. Nitekim Hz. İbrahim’in babası –veya amcası- ile putlara tapma konusundaki tartışmalarının Kur’an-ı Kerim’de özellikle zikredilmesi onun yakın çevresinin dahi putlara tapanlardan oluştuğunu bize göstermesi açısından önemlidir ve bizce zaten bu ayrıntılar Kur’an’da özellikle verilmiştir.
Yani insan, âkıl-bâliğ oluncaya kadar elbette yakın ve uzak çevresinden bir takım etkiler altında yetişir ve Hz. Peygamber (sa)’in, biraz önce işaret edilen hadis-i şerifindeki ifadesiyle, yakın çevresi olan “annesi babası tarafından yahudileştirilir, hristiyanlaştırılır ya da mecusileştirilir.” Ama âkıl-bâliğ olduktan sonra, temyiz yaşına ulaştıktan, bedenen ve aklen olgunlaştıktan sonra selim fıtratının gereği olan Hak dine, Allah’ın dinine dönmek imkânına sahiptir ve bu imkân kendisine verilmiştir. İşte bu imkân ile Hz. İbrahim o puta tapanlar; güneşi, ayı, yıldızları temsil eden ve kendi elleriyle yapmış oldukları putlara tapan yakın ve uzak çevresinin bütün telkinlerine, baskılarına rağmen doğru yolu bulmuş ve o kirli çevrede “Hanif yani Allah’ı tek ve yegâne Rab, ilâh, ma’bûd ve sahip olarak tanıyan bir mü’min, müslüman” olarak kalabilmiş “Asla müşriklerden olmamış”tır. Müşrikler arasında yaşamış, ama onlardan olmamıştır.
Bugün için de durum farklı değildir ve selim fıtratın farkında olan her mü’min, hangi pislikler içinde, hangi batıl din saliklerinin arasında, hangi ahlâksızlıkların hakim olduğu bir çevrede yaşarsa yaşasın o pisliklere bulaşmadan yaşama imkânına sahiptir ve yaşayabilir.
Hz. İbrahim’in “müşriklerden oluşan bir toplum” içinde yaşamış olması bize belki bunlardan daha önemli bir mesaj daha veriyor: Allah Tealâ insanları “mü’min, kâfir, münafık” olarak yaşamak üzere bu dünyaya göndermiştir ve Allah, bütün insanları kendisine iman ve kulluğa zorlayacak da değildir. Hz. Muhammed ne kadar bütün insanların mü’min olmalarına hırs derecesinde istekli olsa da bu gerçekleşmeyecek bir gayedir ve insanlar geçmişte, tarihte olduğu gibi mü’min, kâfir, münafık olarak yaşamaya devam edeceklerdir. Yani Kur’an-ı Kerim bütün insanları imana zorlamak üzere gelmiş bir kitab; Hz. Muhammed’in getirmiş olduğu din de bütün insanları bu dine girmeye zorlamak üzere gelmiş bir din değildir. Binaenaleyh müslümanların içinde yaşadığı toplumlar homojen ve sadece mü’minlerden oluşan toplumlar da olmayacaktır. Başka bir ifadeyle müslüman kişi ne yaparsa yapsın, Hakkı hayatında ve toplumunda hakim kılmak için ne kadar çalışırsa çalışsın neticede ve her halü kârda kozmopolit bir toplum içinde yaşamak zorunda kalacaktır. Mü’minler içinde kâfirler, ehl-i kitab dediğimiz yahudi ve hristiyanlar ve münafıklar daima olmuş ve olacaktır. Mü’min bunlara ve bunların olumsuz etkilerine rağmen yine de mü’min olarak yaşamak imkânına sahip olacak ve öyle de yaşayacaktır. Bununla yükümlüdür de.
Zaten bir mü’minin yakın ve uzak çevresinin bütünüyle imanlı ve salih insanlardan oluşması bu dünya hayatının bir imtihan olduğu; insanın bu dünyaya imtihan için gönderildiği gerçeğiyle de örtüşmez. Her türlü kötülüğün, zulmün, en büyük zulüm olan şirkin içinde ve hattâ hakimiyetinde dahi kişinin iman edebilmesi, imanını yaşayabilmesi gerekir ki imtihan gerçekleşsin ve bu imtihanda başarılı olanlar iki dünya mutluluğuna kavuşmanın hazzına nail olsunlar.
İşte bu, günümüz insanının “Birlikte yaşama”, “farklılıkları ortadan kaldırmadan ve onları bir zenginlik sayarak yaşama” dediği bir nevi hoşgörü ortamıdır ki bu âyet-i kerime o hoşgörü ortamına; bütün dinlerin bir arada ve birbirlerini inkâr etmeden yaşama imkânı bulduğu bir toplum hayatına işaret etmektedir.
Dünya Hz. İbrahim zamanında da bir imtihan dünyasıydı, bugün de, yarın da. İşte bu gerçek hiç değişmeyecek ve Kur’an-ı Kerim işte bu âyet-i kerimesiyle bu gerçeğe vurgu yapmaktadır.
Yine de her türlü tevfik ve başarı Allah’tandır ve en doğruyu ancak Allah bilir.
* * * *
ŞER’Î SİCİLLER ve MEŞİHAT ARŞİVLERİ
Dr. İsmail KURT
I- ŞER’Î SİCİLLER ARŞİVİ
Şer’î hükümlere yani dinî esaslara göre dâvâları gören mahkemelere Mahkeme-i Şer’iyye, Şer’iyye Mahkemeleri’nde alanın karaların yazıldığı defterlere Şer’iyye Sicilleri, bu sicillerin muhafaza edildiği mekâna da Şer’î Siciller Arşivi denir. İstanbul Müftülüğü’nün cümle kapısının girişinde, sağda, müstakil, iki katlı bir bina hicrî 1310, milâdî 1892 yılında II. Abdulhamid’in emriyle yaptırıldıktan sonra, daha önce kadıların konaklarından veya çeşitli yerlerden buraya toplanmış ve bu siciller mahkeme sırasına göre muhafaza altına alınarak Şer’î Siciller Arşivi teşekkül ettirilmiştir.
Bu arşivde, hicrî 888-1343, miladî 1483-1924 yılları arasını ihtiva eden toplam 9.872 adet sicil bulunmaktadır. Bundan başka, çeşitli müze ve kütüphanelerde bulunan şer’iyye sicilleri değişik miktarlarda olup bunların toplu kataloğu Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı tarafından “Şer’iyye Sicilleri” adı ile 1988 yılında yayınlanmıştır. Türkiye genelindeki müze ve kütüphanelerde dağınık halde bulunan bu malzeme mikrofilmleri alındıktan sonra ait olduğu yerlere iade edilmek üzere Kültür Bakanlığı’nca Ankara Millî Kütüphane’deki yazmalar bölümünde toplanmış ve İstanbul Müftülüğü bünyesindeki Şer’î Siciller Arşivi malzemeleri büyük bir yekun teşkil etmesi, daha önceden mikrofilmlerin çekilmiş bulunması ve aidiyeti cihetiyle yerinde bırakılmıştır.
Bilindiği gibi kadı ve mevâlî (büyük kadı)ların bulundukları şehir ve kazalarda “Şer’iyye Mahkemeleri” vardı. İstanbul’da da İstanbul Kadılığı yanında ayrıca Adalar, Eyüp, Bakırköy, Beşiktaş, Beykoz, Kartal ve Üsküdar gibi kazalarda olduğu gibi, Mahmut Paşa, Davut Paşa, Galata, Kasımpaşa, Ahi Çelebi, Balat, Yeniköy, Hasköy ve Tophane gibi ihtiyaç duyulan semtlerde davalara bakan İstanbul’da 27 Şer’î Mahkeme mevcuttu.
Bu mahkemelerde kadı muavin olarak kethüda, yahut kadı vekili nâib, dâvâları tescil eden kâtip, muhzır denilen mübâşirler görev yapardı. Kadılar beratlarında yazılı, şer’i hukuki bütün muamelâta ait vazifeleri görür, nikâh, izdivaç, miras taksimi, yetim ve mal-i gâibin muhafazası, ihtida işlemleri, sulh, men, rehin, darb (dövme), cerh (yaralama) muameleleri, vasî ve vakıf mütevellilerin tayini ve azli, vasiyetlerin ve vakıfların nezâreti, vergilerin toplanması, cürüm ve cinayetler, esnaf teftişi, mukataa teftişi, fiyatların tespiti, zahire, amele tedariki, asker toplanması, askerî inzibat hâricindeki bütün adlî, idârî, beledi, hulâsa hukûki ve şer’i bütün davâlara bakardı. Ancak, XIX. asırda Osmanlı Devlet yapısında köklü değişim yaşanmıştır. Bu değişimden Şer’î Mahkemeler de nasibini almış, Ticaret Mahkemeleri’nin kurulması ile kadıların esnaf üzerindeki teftiş hakları mahallî idarelere verilmiştir.
Evkaf-ı Hümayun Nezareti’nin kurulması ile Vakıfların idaresi bu müessese tarafından yürütülmüş, Emvâl-i Eytam İdaresi’nin kurulması ile yetim mallarının yönetimi bu kuruma verilmiş, Zaptiye Nezareti’nin kurulması ile asâyiş ve emniyet işleri ayrı elden idare edilmeye başlanmış, dinî mahiyet arzetmeyen dâvalara bakmak üzere Nizâmî Mahkemeler kurulmuş; şer’î mahkemelerin bu alandaki faaliyet ve salahiyetlerine son verilerek şer’î mahkemelerin faaliyet alanları daraltılmış, Cumhuriyetin kurulması ile bu mahkemeler tamamen kaldırılmıştır.
Şer’iyye Mahkemeleri’nce tutulan siciller arasında maruzlar, ilâmlar, hüccetler, vakfiyeler ve bu vakfiyelerin tanzim ve tescili, tescil için memurlara izin verilmesi, vekil tayini, “idarî kayıtlarla ilgili memur ve müderris tayini, resmi binaların keşif ve tamiri, vakıfların murakabesi ve vakıf binalarının kiraya verilmesi, vergi ve cizyelerin toplanması, esnaf teftişi, narh koyma, yiğit başı ve kethüda tayini, mukataa teftişi gibi kayıtlar önemli yer işgal etmektedir.
Ekseriya, (aynı zamanda bir noter gibi faaliyette bulunmuş olan) tarihi Kadı Mahkemeleri’nin karar ve zabıtlarını, hüccet, borç senedi veya mukavelelerle merkezden gönderilen emirlerin suretlerini; örfî tekâlife ait vergi ve mükellefiyetlerin halka tevzi cetvellerini; narh fiyatlarına veya esnaf cemiyetleri ile ilgili beledî nizamlara ait kayıtları ihtiva eden Kadı Sicilleri içinde dağınık bir halde bulunan bu vesikalar menkul ve gayr-ı menkûl her türlü malların teferruatlı bir envanteri hâlindedirler.
Umumî tarih, hukuk tarihi, idarî, içtimaî, iktisadî tarih yanında kamu hukuku, şahıs hukuku, aile hukuku, miras hukuku, eşya, borçlar, ticaret hukuku, ceza hukuku, idare ve vergi hukuku, usul ve icra hukuku, azınlıkların hukuku ile ilgili birçok vesikayı da ihtiva ettiğinden hemen her kesimden araştırmacının bulabileceği bilgi ve belge Şer’iyye Sicilleri’ndeki kayıtlar arasında mevcuttur. Ancak bu bilgilere ulaşabilmek için Osmanlıca ve Arapça bilmek gereklidir. Bu sicillerin içinde vakıf kayıtların ayrı bir önemi vardır. Zira vakıfların sosyal hayattaki yeri ve önemi kavrandıkça günümüzde birçok yeni vakıflar kurulmaya devam edilmektedir.
Dün olduğu gibi bugün de ihtiyaç duyulan her alanda vakıflar kurularak iktisadi ve içtimai hayatın gerektirdiği ihtiyaçların karşılanmasına çalışılmaktadır. Yeni kurulan bu vakıfların temelini geçmiş dönemlerde faaliyet gösteren vakıflar teşkil etmektedir. Bu bakımdan geçmiş asırlarda ecdadımızın ne gaye ile vakıflar kurduğu, vakfiyelerinde hangi şartları öne sürdüğü nelerini ne maksatla vakfettiklerini bilmekte fayda vardır. Zira yaralı kuşların tedavi edilmelerine, yoldaki tükürüklerin üzerine kireç tozu ve kömür külü dökülmesine varıncaya kadar en zarif düşüncelerle binlerce vakıf kurulmuştur. Bu yapılanlar, günümüz vakıflarına ışık tutacak yol gösterecek, dünle bugünün vakıf faaliyetlerinin bir mukayesesine imkân vermekte, geçmiş dönemde yapılan vakıfların bir envanterinin tespiti kültür hayatımız bakımından da büyük önem arzetmektedir.
Ülkemizde, 1924 yılına kadar kurulan, vakıflar, vilâyet ve kaza teşkilatında bulunan Şer’î Mahkeme’lerde, kadıların vakfiyeyi tescil ederek “Sicil”e kaydetmesi ile hükmî şahsiyetini kazandırıyordu. Geçmiş dönemde kurulan vakıfların büyük bir ekseriyeti İstanbul merkezindedir. Bu bakımdan İstanbul vakıflarının tespiti ayrı bir ehemmiyet arzetmektedir.
İstanbul’un fethinden Cumhuriyet dönemine kadar İstanbul’daki 27 adet Şer’î Mahkeme, Fatih Sultan Mehmet döneminden, Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’nin lağvedilmesi ve dolayısıyla şer’i mahkemelerinin kapanmasına (1343 /1924) kadar faaliyet göstererek vakfiyelerin tescil muâmelelerini gerçekleştirmiştir. Vakfiyeler vakfı yapılacak kimseler tarafından hazırlandıktan sonra şahitlerle birlikte tescil için mahkemeye getirilir, kadı huzurunda vakfiye metni incelenir, eksik yönleri varsa giderilir ve şer’î hükümlere uygunluğu sağlandıktan sonra kadı siciline kaydedilirdi. Kayda geçirilen vakfiye metninin bir nüshası ayrıca vakfı yapanların elinde bulunması için veriler; ihtilaf hâlinde sicile kayıtlı vakfiye metni ile mukayese edilerek doğruluğu tevsik edilirdi.
Vakfiyelerin Şer’iyye Mahkemeleri’nde tescilli münasebetiyle, muhafazaları da bu mahkeme sicilleri ile birlikte olmaktadır. Muhtelif mekân ve şahıslardan Şer’î Siciller Arşivi’ne toplanan bu sicil kayıtları arasında 9.748 adet vakfiye kaydı bulunmaktadır. Bu vakfiyeler, mahkeme adına göre, sicil numarası, sayfa veya varak numaraları, vakfı yapan şahsın adı, vakfedilen malın para veya gayr-i menkul bakımından cinsi ve yeri, vakıf şartı yani vakfedilen menkul veya gayr-i menkulün hangi gaye ve şart ile vakfedildiği, vakfiyenin hangi tarihte yapıldığını gösterir bir şekilde İstanbul Müftülüğü Şer’î Siciller Arşivi’nde kayıtlı vakfiyelerin listesi bilgisayar aracılığı ile çıkartılmıştır.
Bu listelerden faydalanılarak hangi mahkemede ne kadar vakfiyenin tescil edildiği, bu tescilin hangi tarihler arasında yapıldığı, vakfiyelerin Türkçe ve Arapça mı olduğu, para veya gayr-i menkul veya her ikisinin müşterek mi vakfedildiği tespit edilmiştir. Ayrıca, vakfiyeler muhtevaları yönünden değerlendirilerek genellikle vakıfların hangi maksatlar için kurulduğu, ağırlığın hangi yönde olduğu değerlendirilerek yapılan vakıfların gayeleri yönünden bir değerlendirmesi yapılmıştır.
Diğer taraftan, vakfiye yapılan mekânlar tablo haline getirilerek hangi semt ve mahaller için vakıflar yapıldığı tespit edilmiş; vakfı yapan şahısların isimleri alfabetik olarak sıralanmak suretiyle vakfı yapan kimseleri bulma kolaylığı sağlanmıştır. Yapılan çalışma ile elde edilen diğer bir sonuca göre 9.748 vakfiye’den sadece 128’nin tarihi belli değildir. Tarihi belli olan 9.620 vakfiye tarih sonrasına konularak ilk vakfın 709/1309, son vakfiyenin ise 1342/1923 yılında yapıldığı anlaşılmıştır.
II- MEŞİHAT ARŞİVİ
Osmanlı döneminde halkın dinî mes’elelerinin halli için şeyhülislâmlık müessesesi vardı ve bu müesseseye şeyhülislâm Dairesi, Meşihat, Meşihat-ı İslâmiye, Bâb-ı Meşihat, fetvâlara baktığı için de Fetvâhâne, Bâb-ı Fetvâ Dairesi de deniyordu. Şeyhülislâmlar ilk dönemlerde oturdukları veya geçici olarak kiraladıkları konaklarda vazife yapmışlardır. Bilindiği gibi Ağa Kapısı olarak bilinen yer eskiden çeşitli köşkleri, daire ve odaları ihtiva eden hünkâr köşkü gibi bir yer iken geçirdiği birkaç yangın ile büyük tahribat ve değişikliklere uğramıştır.
Asâkir-i Mansûre’nin kurulmasıyla Yeniçeri Ocağı’nın 1826’da lağvedilmesinden sonra, Sadrazam Selim Mehmed Paşa’nın padişaha arzı ile bu mekân II. Mahmud tarafından yeniçeriliğin bütün izlerinin silinip unutulması gayesiyle fetvahane ve dinî eğitim yeri olarak kullanılmak üzere şeyhülislâmlığa tahsis edilmiştir. Bunun üzerine Şeyhülislâmlık makamı 22 Ekim 1827 tarihinde buraya taşınmış ve bu müessesenin lağvına kadar burada hizmet verilmiş, 1924 yılında şeyhülislâmlığın lağvedilmesi üzerine İstanbul Müftülüğü’ne verilmiştir.
Cumhuriyetin ilk yıllarında bu binaların önemli bölümlerine İstanbul Kız Lisesi yerleştirilmiş, 1926 yılında çıkan yangın sırasında lisenin işgal ettiği bu bölümlerin tamamı yanarak yok olmuştur. Şimdi bu yerlerin bir kısmında bahçe ve ağaçlar bulunmakta, bir kısmında ise sonradan yapılan. İ. Ü. Botanik Enstitüsü binası yer almaktadır. Şimdiki Müftülük binası, Şeyhülislâmlık Dairesi’nin fetvahane bölümü olup ahşap bina yerine aslına uygun olarak 1985 yılında yapılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde toplam 124 Şeyhülislâm vazife yapmıştır. 1826’dan itibaren Osmanlı Devleti’nin yıkılışı ve Şer’iyye ve Evkaf Vekâleti’nin 3 Mart 1340 (1924)’a kadar şeyhülislâmlık makamınca, Şeyhülislâmlar tarafından verilen fetvalar ile bu müessesenin tuttuğu bütün defter kayıtları, gelen ve giden evrak ve bu müessesede çalışan memurların şahıs dosyaları muhafaza edilmiş ve 1926 yılında çıkan yangından zarar görmeyen arşiv malzemeleri ile kitaplar günümüze kadar intikal etmiştir.
Şeyhülislâmlık makamının bu arşivlik malzemesi bugün İstanbul Müftülüğü cümle kapı girişinin solunda yer alan iki katlı binanın girişindeki “Meşihat Arşivi”nde muhafaza edilmekte ve bu binanın ikinci katı Müftülük Kütüphanesi olarak faaliyetini sürdürmektedir. Bu Kütüphanedeki 3.961 adet kitabın kaydı 1985–1998 yılları arasında tarafımdan yapılmıştır. İlk 456 kitap el yazma olup Osmanlı’dan devreden bu kitapların ekseriyeti fıkıh ana kaynakları ile fetva kitaplarıdır.
Müftülüğün cümle giriş kapısının sağında ise yukarıda bahsedildiği gibi Şer‘î Siciller Arşivi bulunmakta ve mahzen üstündeki üç salonda, II. Abdulhamid merhum tarafından kendine mahsus Yıldız Marangozhanesi’nde kendi eliyle yaptığı söylenen, kapakları sürgülü, parmaklıkların iç kısmı telli, dolap üstlerindeki taçlarda kendine ait tuğraların bulunduğu orijinal dolaplar içinde kadı sicilleri muhafaza edilmekte, yerli ve yabancı araştırmacıların hizmetine sunulmaktadır.
Meşihat Arşivi’nde muhtelif cins ve eb’adda 4.730 defter, 165 klasör içinde tarih ve kayıt sırasına göre 60.069 adet giden evrak, 699 klasör içinde kayıt sırasına göre muhtelif gelen evrak, 253 klasör içinde dosya sıralarına göre, kadı, müftü, nüvvab, müderris gibi ulemaya ve Meşihat-i İslâmiye İdaresi’nde vazife yapan kâtip ve memurlara ait 6.386 adet şahıs dosyaları ile Ulema Sicil Defterleri, 942, 1334/1535–1915 yılları arasında tutulan, Hz. Peygamber soyundan gelen seyyid ve şeriflerin kayıtlarını ihtiva eden Nakîbü’l-Eşraf Defterleri, kadıların tayinlerinin takibi için tutulan Tarik ve Ruznamçe Defterleri, çeşitli medreselere ait Medrese Defterleri bulunmaktadır.
Üsküdar Mihrimah Sultan Camii müezzin mahfeli üstünde 13.11.1995 tarihinde temizlik sırasında bulunan Şer’iyye Mahkemesi’nce tutulan 185 adet Zabt-ı Dâvâ Cerideleri aidiyeti cihetiyle Meşihat Arşivi’ne dâhil edilmiştir. Tasnif çalışmaları sırasında her defterin hangi kalemde tutulduğu, defterin adı, başlangıç ve bitiş tarihleri ile eb’adı tespit edilmiş, aynı kalemde tutulan defterler bir seri teşekkül ettirilerek tarih sırasına konmuş ve buna göre özel seri ve genel kayıt numaraları verilmiştir.
Meşihat Arşivi’nde bulunan bu defterler 1991 yılından beri devam eden müşterek bir çalışma ile tasnif edilerek serilerdeki defterlere Meşihat Arşivi kaşesi vurulmak, numara verilmek ve bu numaraları defter sırtlarına da etiket olarak yapıştırmak suretiyle tasnif, tanzim ve kayıt muameleleri tamamlanmış; bu defterlere ait bilgiler bilgisayara girilmiş; buna göre, bugün artık bir deftere genel numarasından ulaşmak mümkün olacak bir noktaya getirilebilmiştir. Şimdi ise katalog çalışmalarına başlanmıştır.
Bu tasnif ve katalog çalışması, M. Ü. Fen, Edebiyyat Fatültesi, Arşivcilik Bölümü’nde eğitim gören ve halen doktora çalışmalarını yürüten, büyük bir fedakârlık gösterecek tasnif için zaman ayıran ve yılların tozlu malzemelerini bir serilere ayırarak tasnif edip numara ve etiketleyen, bu hizmetleri maddî karşılık almadan yapan Bilgin AYDIN, İlhami YURDAKUL Beyefendilere ben de şahsen iştirak ederek plânlı bir şekilde 7 yıl müşterek çalışma sonunda bu seviyeye getirilebilmiştir. Artık bundan böyle görev, analitik tasnif yapacaklar ile araştırmacılara düşmektedir.
III. MÜFTÜLÜK ARŞİVİ
Cumhuriyet döneminde Şeyhülislâmlık lağvedildiğinde yeri İstanbul Müftülüğü’ne devredilmiştir. Bu mekânın devri sırasında önceki dönemlere ait birçok defter, evrak, kitap, eşya da devredilmiş ve uzun yıllar bu arşiv malzemesi kendi halinde kalmış, yukarıda belirtildiği gibi Meşihat Arşivi ile Müftülük Kütüphanesi bu arşiv malzemelerinin tasnifi ile teşekkül etmiştir. Osmanlı’nın son dönemlerinden devredilen defterlerin kayıtlarına Müftülük döneminde de devam edildiğinden, Meşihat Arşivi ile Müftülük Arşivi birbiri ile iç içedir. Bu kayıtların birbirini tamamladığı, teselsül ettiği gerçeği göz önünde bulundurularak bu defterlerin de tasnifi yapılarak “Cumhuriyet Dönemi Defter Kayıtları” olarak katalogda yer verilmiştir.
Müftülük Arşivi, 1924–1997 yılları arasında, miadı dolan 75 yıllık dosya ve defterlerden müteşekkil olup henüz bir arşiv uzmanının elinden geçerek tasnif edilmediğinden kaba tasnif halindedir. Özellikle gelen ve giden evrakın muhafaza edildiği klasörlere numara verilerek bir listesi çıkartılmak suretiyle evraka ulaşılmaya çalışılmaktadır.
PARA VAKIFLARI ve EKONOMİK HAYAT
Dr. İsmail KURT•
Giriş
Vakıf, belli gayelerin gerçekleşmesi için menkul veya gayr-i menkulün bir amaca tahsisidir. Vakfiye ise, vakfın kuruluş gayesini, bu gayenin gerçekleşmesi için ne miktar menkul veya gayr-i menkul vakfedildiğini ve bunların nasıl işletileceğini, gelir ve giderlerinin hangi esaslar dâhilinde yapılacağını gösteren ve hâkim kararıyla tescil edilen yazılı bir vesikadır. Kısaca vakfiye, vakfın kuruluşu sırasında hazırlanmış nizamnamedir. Vakfiyeler, Osmanlı döneminde Kadı Sicili ’ne kaydedildikten sonra kesinleşirdi. Günümüzde ise mahkeme kararından sonra kesinlik kazanmaktadır.
Vakfiyelerde halkın sosyal ve ekonomik hayatı hakkında bilgiler yer almakta, vakıf gelirlerinden nerelere, ne miktar ve ne maksatla tahsisatlar ayrıldığı belirtilmektedir. İktisadî hayatı yakından ilgilendiren fiyat hareketleri, geçim standartları hakkındaki bilgiler vakıf kayıtlarında mevcut bulunmaktadır. Bu bakımdan, herhangi bir dönemin iktisadî tarihi yazılacağı vakit vakfiyelerden faydalanılması gerekir.
İstanbul’un fethinden Cumhuriyet dönemine kadar İstanbul’da 27 adet Şer’î Mahkeme kurulmuş, bu mahkemelerde vakfiyelerin tescili, vakıf muhasebeleri, tevliyet değişiklikleri gibi muâmeleler gerçekleştirilmiştir. Osmanlı Devleti döneminde şer’î, hukukî, idarî, iktisadî, içtimaî ve beledî işlere ait davalara bakan mahkemeler aynı zamanda vakıf işlemlerini de karara bağlamıştır. Vakfiyeler vakfı yapacak kimseler tarafından hazırlandıktan sonra mahkemeye intikal ettirilmiş, şer’î hükümlere uygunluğu sağlandıktan sonra tasdik ve tescil işlemi yapılarak Kadı Sicili’ne kaydedilmiştir. İstanbul Şer’î Siciller Arşivi kayıtlarına göre 1490 ile 1928 yılları arasında dört bine yakın para vakfı, gayr-i menkul vakıflarıyla beraber toplam dokuz binden fazla vakıf kaydı bulunmaktadır. Diğer mahkemelerdeki vakıf kayıtları ile birlikte toplam vakfiye sayısı yirmi dokuz bin civarındadır.
Kadı Sicilleri içinde dağınık bir halde bulunan vakfiyeler menkul ve gayr-ı menkul her türlü malların teferruatlı bir envanteridir. Ayrıca mütevelli, vekil, müderris tayini, resmî binaların keşif ve tamiri, vakıfların murakabesi ve vakıf binalarının kiraya verilmesi, kiraların, vergi ve cizyelerin toplanması, esnaf teftişi, narh , mukataa teftişi… gibi Kadı Sicilleri arasında yer alan vakıf kayıtları önemlidir.
Vakıflar başlangıçta ferdî veya mahallî ihtiyaçların karşılanması gayesiyle ortaya çıkmıştır. Daha sonra içtimaî, iktisadî, sosyal, kültürel ihtiyaçların giderilmesindeki fonksiyonları sebebiyle yaygınlaşmış, eğitim, sağlık, bayındırlık, ulaşım, sosyal güvenlik ve güzel sanatlar alanında da insanlığın hizmetinde olmuştur.
Vakıflar topluma mal olmuş hayrî ve sosyal hizmet müesseseleridir ve Müslümanların iktisadî ve içtimaî hayatlarında önemli rol oynamıştır. Vakıflardan bugün artık ‘üçüncü sektör’ olarak söz edilmektedir. Çünkü tarihin her döneminde bu sektör, sosyal, kültürel ve ekonomik açıdan gösterdiği faaliyetlerle toplum ve devlet hayatında önemli bir yere sahip olmuştur. Vakıflar Osmanlı toplumunu ayakta tutan en önemli manevî dinamiklerden biridir.
Vakıf müessesesi, bilhassa İslâm ülkelerinde sosyal ve ekonomik hayat üzerinde derin tesirler icra etmiştir. İnsan fıtratında var olan yardımlaşma hissi, dinî emir ve hükümlerle birleşince daha bir kuvvet kazanmış, "İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olan, malın en hayırlısı Allah yolunda harcanan, vakfın en hayırlısı da insanların ihtiyacını karşılayandır" prensibi dinî hassasiyetlerle birleşince Müslümanlar âdeta birbirleriyle yarış edercesine vakıf kurmuşlardır.
Üniversitelerimizin tarih, kütüphanecilik ve arşivcilik bölümlerinde okuyan gençlerimizin Osmanlı dönemine ait bu vesikaları okuma ve tahlil etme bilgi ve becerilerinin gelişmesi sonucu son yıllarda Osmanlı döneminde tutulan Osmanlıca kayıtlardan hareketle vesikalara dayalı ciddi araştırmalar yapılmaya başlamıştır. Osmanlı döneminde başlayıp Cumhuriyet dönemi başlarına kadar varlığını devam ettiren para vakıfları konusu da son yıllarda araştırmacıların dikkatini çekmiş ve bu konu üzerinde bugüne kadar birkaç yüksek lisans ve doktora seviyesinde araştırma ve incelemeler yapılmıştır. Ancak, para vakıflarının nazariyatta ve tatbikatta nasıl bir gelişme gösterdiği henüz tam olarak tesbit edilebilmiş değildir. Bu yapılan ve yeni yapılacak çalışmaların tamamının bir arada değerlendirilmesi belki konunun tam olarak ortaya çıkmasını ve daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
Para vakıfları ile ilgili vakfiyelere Fatih Sultan Mehmet döneminden itibaren az da olsa rastlanmaktadır. Ancak Kanunî döneminden itibaren bu tarz vakıfların sayısının giderek arttığı ve özellikle 16–17. yüzyıllarda para vakıflarının kurulmasında ciddi artışların yaşandığı görülmektedir. Şu halde para vakıflarının Fatih Sultan Mehmet döneminden Cumhuriyet dönemine kadar altı asra yakın bir zaman devam ettiğini söyleyebiliriz.
İstanbul Kadı Sicil kayıtlarına göre, Osmanlı döneminden Cumhuriyet dönemine intikal eden dört bine yakın para vakfına ait vakıf paralar 1954 yılında kurulan Vakıflar Bankası’nın sermayesine intikal ettirilmiş ve böylece tarihe mal olmuştur. Günümüze intikal edebilen gayr-i menkul vakıfların günümüzdeki durumu da maalesef iç açıcı değildir. Tanzimat sonrası ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında vakıf sistemi büyük darbeler almış, vakıfların mal varlıklarına el konulmuş, bir kısmı satılmış, bir kısmı ise ahiret hayatını unutmuş bedbahtlar tarafından talan edilmiş ve sonunda vakıf sisteminden geriye bir enkaz kalmıştır. Bu çöküş vakıf sistemini derinden etkilemiş, harabe ve metruk vakıf eserlerinin gözler önündeki acılı hali vakıf kurma teşebbüsünü zayıflatmış, vakıf yapanların ve yapacakların şevkini kırmıştır.
Vakıfların sosyal hayattaki yeri ve önemi yeni yeni kavrandıkça günümüzde de yeni vakıfların kurulmasına başlanmıştır. Dün olduğu gibi bugün de ihtiyaçtır.
▪ Duyurular
▪ Faydalı Linkler
▪ Bazı İSAV Yayınları
▪ Namaz vakitleri